ARKADAŞLAR BİR İSTEĞİNİZ VARSA KESİNLİKLE TEOMAN.81@WİNDOWSLİVE.COM MSN ADRESİMİ EKLEYİN VE İSTEĞİNİZİ SÖYLEYİN
  hikayeler
 

                                          Tilki gibi yasiyoruz dunyayi...

Kurnaz bir tilki,guzel bir bagin civarindan geciyormus.
Bagin her yani yuksek,kalin bir duvarla cevriliymis.
Tilki duvarin etrafinda dolanirken,basini sokabilecegi buyuklukte bir delik bulmus.Bagda yetisen nefis uzumleri gormus ve agzi sulanmis.
Ne yazikki delik gecebilecegi kadar genis degilmis.Kurnaz tilki o zaman ne yapmis?
Uc gun boyunca oruc tutmus ve o kadar zayiflamis ki delikten suzulebilmis...
 Bagin icinde,tilki doya doya yemeye koyulmus ve oncekinden de iri ve sisman hale gelmis.Derken,bagdan disari cikmak istemis.Heyhat!Delik yine gecemiyecegi kadar kucukmus.Ozaman ne yapmis?Yine uc gun boyunca oruc tutmus ve tekrar delikten suzulmeyi basarmis.

Umutsuz tilki,baga dogru bakarak soyle demis.
'Bag ,ey bag! Ne kadar cazip gorunuyorsun,meyvelerin ne kadar lezzetli.
Ama bana ne yararin var? Sana geldigim gibi gidiyorum.'
 Durum dunya icin de boyledir... Dunya guzeldir ve ellerimiz bos gelir,bos gideriz.
Sadece kisinin ogrendigi, yaptigi iyi edimler sonucu yaninda goturebilecegi gercek meyvelerdir.'
            

Anne Gergedan İle Kurtlar

Yavru gergedan erken saatlerde yatağından kalktı. Hemen ellerini, yüzünü yıkadı. Sabah kahvaltısı için masaya oturdu. Annesinin hazırladığı yiyecekleri büyük bir iştahla yedi. Lokmaları iyice çiğnemeden yutmamaya özen gösterdi. Sofradan kalktıktan sonra ellerini, yüzünü sabunla yıkadı; dişlerini de bir güzel fırçaladı. Yavru gergedan daha sonra odasına gitti. Dolabının kapağını açtı. Önlüğünü, pantolonunu, yakasını, çoraplarını, ayakkabılarını ve kemerini aldı. Bunları giyip yakasını da taktıktan sonra dolabından okul çantasını çıkardı. İçindekileri kontrol etmek için çantasının kapağını açarken, şimdi bunun ne lüzumu vardı, diye düşündü. Çantayı ve okul için gerekli malzemeleri alalı bir ay olmuştu. Hemen her gün bir eksiği olup olmadığına bakmamış mıydı sanki. Fakat yine de sırf içi rahat etsin diye çantasını açtı. İşte defterleri, kitapları, kalemi, silgisi, kalemtıraşı..hepsi tamamdı. Bunları yeniden çantasına koydu. Çantasını alarak odasından çıktı. Annesine: “ Anneciğim, ben hazırım “ diye seslendi.

Annesi: “ Aman da tombişime bir bakın, okullu olmuş. Tombişim okuyacak, çok okuyacak gergedan milletine hayırlı bir evlat olacak “ dedi. Daha sonra yavru gergedan annesinin elinden tuttu, birlikte okula gitmek için yola çıktılar. Bugün okullar açılıyordu ve yavru gergedan ilkokul birinci sınıfa başlayacaktı. Sonraki günlerde anne gergedan yavru gergedanı okula götürmeye devam etti. Yavru gergedan kısa zamanda okumayı söktü ve sınıfın en çalışkan öğrencisi oldu. İlk dönem sonunda karnesini alan yavru gergedan notlarının hepsinin pekiyi olduğunu gördü. Yarıyıl tatilinden sonra ikinci dönem başladı.

Bir gün yavru gergedan annesiyle okula giderken, ormanda önlerine on tane kurt çıktı. Kurtların başkanı: “ Anne gergedan, seninle işimiz yok, biz yavrun için geldik. Yavrunu istiyoruz. İster güzellikle, ister zorla, onu alacağız “ dedi.
Bunun üzerine anne gergedan: “ Onu ne yapacaksınız? “ diye sordu.
Kurtların başkanı: “ Ne mi yapacağız? Pöh, sorduğun şeye bak. Tabii ki, yiyeceğiz. Hepimiz çok açız, iki gündür hiç et yemedik. Buraya kadarmış. Yavrundan ayrılmak zorundasın. Onu bize ver. Körpeciktir yavrunun etleri, şimdiden ağzım sulanıyor “ dedi.
“ Hayır, bunu yapamazsınız. Yavrumu benden ayıramazsınız. Buna hakkınız yok. Kimseye zararımız dokunmadı. Ot yiyerek, yaprak yiyerek besleniyoruz. Size ne yaptık biz? Bırakın yavrumu okula götüreyim. Okusun, çok okusun, her şeyi öğrensin. Çok çalışkan bir öğrencidir, karnesinde bütün notları pekiyiydi. “
“ Bana ne bütün notları pekiyiyse, bana ne çalışkansa. Ben karnımın doyduğuna bakarım. Çekil aradan. “
“ Hayır, olmaz. Aradan çekilmem. Yavrumu kimseye elletmem. Defolun gidin başımızdan. “
Kurtların başkanı: “ Anne gergedan söz dinlemiyor. Kurtlarım atılın “ diye bağırdı.
Anne gergedan: “ Korkma yavrum, ben seni korurum. Arkama geç “ dedi.

Anne gergedanın üstüne atılan kurtlar onun sert tepkisiyle karşılaştılar. Kurtların ataklarını burnunun üstündeki uzun boynuzunu savurarak karşılayan anne gergedan aynı zamanda yavrusunun yanına hiçbir kurdu yanaştırmıyordu. Bir ara anne gergedan karşı atağa geçti. Tekme salladı, boynuz savurdu, kurtları geriletti. Kurtlar kaçar gibi yaptılar, fakat tekrar geri döndüler. Bu defa dağınık olarak hücuma geçen kurtlardan biri anne gergedanın sırtına atladı ve onu pek çok defa ısırdı. Aynı anda iki kurt ön ayaklarını ısırıyordu. Kurtların dişleri keskin ve sivriydi ama anne gergedanın derisi çok kalındı. Dişler anne gergedanın etine geçmiyordu. Kurtların ağırlığı onu yoruyordu. Yorulan anne gergedan yere yuvarlandı. Fırsattan faydalanan kurtların başkanı daha henüz boynuzu çıkmamış, savunmasız yavru gergedanın yumuşak burnuna dişlerini geçirdi. Yavru gergedanın burnundan kan fışkırdı.
“ Kurt amca, ne olur burnumu bırak. Canım çok acıyor. Kurt amca, ölmek istemiyorum. “ Diğer bir kurt da, yavru gergedanın burnuna dişlerini geçirdi.
“ Anne, kurt amcalar burnumu ısırdı. Anne, lütfen yardım et. “

Zalim kurtlar geri geri giderek yavru gergedanı olay yerinden uzaklaştırmaya başladılar. Anne gergedan ayağa kalkmıştı ama yavrusunun yardımına koşacak durumda değildi. Sekiz kurt hırsla vücudunun her yanını ısırıyordu. Onun kalın derisi bile buna dayanamadı ve bazı yerlerinden kan sızmaya başladı. Anne gergedan ikinci defa yere yuvarlanınca kurtlar onu bıraktılar. Anne gergedan gece yarısına kadar ormanda yavrusunu aradı. Zaman geçtikçe zaten az olan umudu giderek azaldı ve yok oldu. Neden böyle olmuştu? Neden kurtlar yavrusunu alıp götürmüşlerdi? Acaba kurtlar yavrusunu öldürüp yemişler miydi? Yerlerdi tabii ki, neden yemesinlerdi? Karşılarına alıp seyredecek halleri yoktu. Kurtlar, acımasız hayvanlardı. Onlara canavar diyenler vardı. Sinsi sinsi sokulurlar aniden paçadan kaparlardı. Nefret yüklüydüler. Gaddardılar. Yalvarsan bile merhamet etmezlerdi. Tek tek değil, sürüyle üstüne gelirlerdi. Sürüyle gezerlerdi. Sürüden bir kurt yaralansa veya hastalansa gözünün yaşına bakmayıp hemen parçalarlardı. Sadece acıkınca kafaları çalışırdı. Karınları doyunca onu-on beşi bir mağaraya girer, leş gibi uzanıp yatarlardı.

Anne gergedan gözyaşları içinde evine döndü ve sabaha kadar ağladı. Güneş doğarken öyle bir duruma gelmişti ki, ağlamaktan göz pınarları kurumuştu. Kapının hızlı çalındığını duydu anne gergedan, sendeleyerek gitti, kapıyı açtı. Gördüğüne inanamadı, işte tombişi karşısındaydı. İlk anda onun nasıl kurtulduğuna akıl erdiremedi, ama kurtulmuştu. Önemli olan buydu. Anne gergedan tombişine sıkı sıkı sarıldı. Tombişin yanında duran öğretmenini nedense fark edemedi. Sonradan olanlar anlaşıldı. Kurtlar tam yavru gergedanı yemek üzereydiler ki, oradan geçmekte olan sınıf öğretmeni yardıma koşmuş ve kurtlarla amansız bir ölüm-kalım savaşına girmişti. Uzun mücadelelerden sonra öğretmen gergedanla baş edemeyeceklerini anlayan kurtlar, çareyi kaçmakta bulmuştu. Zaten yolunun üstüydü. Daha sonraki günlerde öğretmeni de onlarla birlikte okula gider oldu. Artık yavru gergedanın kurtlardan korkusu yoktu, çünkü sağ yanında annesi, sol yanında öğretmeni vardı. 

                                              balon
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:

-Baloncu amca, dedi. Biliyormusun benim hiç balonum olmadı.

Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? Diye sordu. Sen onu söyle.

-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.

-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.

Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adim attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek:

-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm.

Yapılan teklif, yavrucağın aklini basından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adim-adim yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek:

-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?

Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.

Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artik... 

                                               hayat sofrası

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: 'Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?'diye. 'Bakın göstereyim' demiş ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş 'Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz' diye bir de şart koymuş. 'Peki' demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine 'Şimdi…' demiş ermiş. 'Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.' Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. 'Buyurun' deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

'İşte' demiş ermiş. 'Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz.

Şunu da unutmayın: Hayat pazarında Alan değil, Veren kazançlıdır her zaman..

Kibrit Ateşinde Düşler..
Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle Kibrit var, kibrit diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: işte, biri daha öldü. diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu. Geldi, geldi.Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü.
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler. Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki..

Baba Sevgisi..
Fırat henüz sekiz yaşında, ilkokul ikinci sınıfa giden, küçük, bir çocuktur. Çok akıllı ve çok çalışkandır fakat babası, öz oğluolmasına rağmen onu hiç sevmemektedir, adeta oğlundan nefret etmektedir. Bunun sebebi; Fırat`ın annesinin doğum yapması sakıncalı olduğu halde doğum yapma kararı alması ve Fırat Nehri kenarında otururken ani bir sancıyla Fırat`ı doğururken hayatını kaybetmesidir. Babası, Fırat doğduğu andan itibaren sadece > demiş ve hiç ama hiçbir zaman onunla ilgilenmemiştir. Fırat`ı halaları yetiştirir. Hüseyin, Fırat`a hiç bir şekilde babalık yapmadığı halde hep ona karışır ve bağırır hatta sokağa çıkmasını, okula gitmesini bile istemez ama bu konuda halaları, Fırat`a destek verir.

Fırat, orta okula geçtiğinde de babasının onunla ilgili düşünceleri değişmemiştir. Onun adam olmayacağını, okuyamayacağını söyler.
" Eline kitap defter aldığı bile yok. Hep sokakta, oyunda, soytarılıkta laflarını ve öfkesini tekrarlayıp durur. Oysa Fırat, babasının kendisini oyun oynuyor sandığı vakitlerde günün yarısını okulda, yarısını ise bir ayakkabıcıda çalışıp para kazanarak geçirmektedir. Liseye başlayacağı zamana kadar bu böyle devam etmiştir. Ancak bir gün, halalarının konuşmasında tesadüfen babasının neden kendisini sevmediğini duymuş, çok üzülmüş ve kendini suçlu hissederek gitmeye karar vermiştir. Fırat, hem bugüne kadar biriktirdiği paralarla hem halalarının yardımıyla artık, İstanbul`da yine okuyarak ve çalışarak yaşayacaktır.

Fırat`ın gideceği gün gelmiştir. Önce halalarına şükranlarını belirtip onlarla ve arkadaşlarıyla vedalaşır. Sonra ise hayatında ilk kez babasının yanına gidip
Biliyorum baba, sen beni sevmiyorsun. Ne yaptım sana onu da bilmiyorum. Anneme -beni doğur- diyen de ben değildim. Ben, annemi göremedim bile, düşünsene beni doğururken ölmüş. Sense beni hep düşman bildin oysa ben küçücüktüm daha bebektim. Peki hangimizin hali daha kötü? Hangimiz suçluyuz? Sen, bana hiç bir zaman ` Oğlum ` diye seslenmedin ama ben yinede sana `Baba ` diyorum, senden nefret etmiyorum. Artık, burada olmayacağım, sen de rahat edersin. Gidiyorum, hoşçakal baba der ve gider.

Fırat, liseyi ve ardından İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini çok iyi derecelerle bitirmiş ve araştırmacı bir doktor olmuştur. Geçen zaman içerisinde üstün başarılar göstererek, çaresi olmayan hastalıklara çeşitli ilaçlar ve tedavi yöntemleri bularak Türk ve Dünya Tıp Tarihinin en önemli cerrahlarından biri haline gelmiştir. Tüm gazeteler, televizyonlar ondan bahsetmekte, insanlar ona gıptayla bakmaktadır.
Bir gün sağlık programlarının ve tıp ile ilgili gelişmelerin yer aldığı özel bir televizyon kanalının, kendisini kutlamak üzere düzenlediği gecede bir konuşma yapar:

" Öncelikle şahsıma böyle bir gece düzenlediğiniz ve beni burada yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ederim. Bu çok onur verici bir durum ancak benim söyleyeceklerim biraz daha farklı. Evet şu an çok mutlu olmam gerekir değil mi? İşimde başarılıyım, param var, herkes benden bahsediyor, diğer dünya ülkeleride beni tanıyor, insanlar beni seviyor, sayıyor, adıma onur geceleri düzenleniyor. Çok ama çok mutlu olmalıyım oysa zerre kadar mutlu değilim. Belkide delirdiğimi düşünüyorsunuz şu an ama inanın bana eğer benim yerimde olsaydınız, benim yaşadıklarımı yaşasaydınız sizde mutlu olamazdınız.Tamam herşeyim var ama öyle bir eksik var ki benim hayatımda, sahip olduğum hiçbirşey onu bana getiremez. İşte o, babam ve baba sevgisi. Siz hiç, daha dünyaya gözlerini açar açmaz babası tarafından lanetlenen ve babasının ömrü boyunca hiç sevmediği, hep aşağıladığı bir insan gördünüz mü? Ne kadar mutlu olduğuma yada olabileceğime bakarsanız anlarsınız! İşte bu benim hayat hikayem. Lütfen kusurumabakmayın, böyle güzel ve özel bir gecede size bu durumu anlattığım için üzgünüm ama madem gece benim adıma, bende ` Fırat Ersan ` isminin dahi kin ve nefret ile konulduğunu belirtmek istedim. Sizlerden tekrar özür dilerim ve her şey için bir kez daha teşekkür ederim. "

Kaderin tuhaf bir cilvesidir. Onun, bu konuşmayı yaptığı saatlerde çalıştığı ve aynı zamanda sahibi olduğu hastaneye Elazığ`dan bir hasta sevkedilir ki bu hasta, Fırat`ın babasıdır. Nöbetçi doktorlar, ilk müdaheleleri, gerekli işlemleri, kontrolleri yaparlar ve Fırat`a haber verirler.
Fırat, hastaneye gidip babasını orada o halde görünce şaşkınlıkla karışık, sevgi ile nefret arasında gidip gelen duygulara kapılmıştı. Babası yoğun bakımdaydı ve iki ay boyunca öyle kalacak, tedavisi bu şekilde sürecekti.
Fırat, o iki aylık süre içerisinde babasıyla çok güzel bir şekilde, titizlikle ilgilenmiş ve işi olmadığı gecelerde yanında kalmıştır ancak içten içe, babasının kendisine yaşattıklarını unutmamakta ve onu affetmemektedir çünkü ona göre, bu saatten sonra baba demek hiç bir şey ifade etmeyecekti.

İki ay geçmiş, Hüseyin iyileşip sağlığına tamamen kavuşmuştur ancak kontrol amacıyla bir gün daha hastanede kalması gerekmektedir. Odasındaki hemşirelerin konuşmalarında ` Fırat Ersan ` adını duyunca sorar:
_ Beni, oğlum mu kurtardı?
Bu sırada kapıdan içeri girerken bunu duyan Fırat:

_ Hayır. Senin oğlun yok ki! O, daha doğarken ölmüş aslında ama kimse anlayamamış
diyerek odadan çıkıp gider ve işte o an Hüseyin, şimdiye kadar hiç inanmadığı kader`ine ağlar..

Kayıp İlanı..YASLI ADAM, karakolun üç-bes basamaklik merdivenini birkaç kez dinlenerek çiktiktan sonra, ilk gördügü memura yanasarak:

Kayip ilâni vermek istiyorum evlâdim, dedi. Ne yapmam gerekiyor?

Polis memuru, her günkü raporlardan birini yaziyordu. Antika bir daktiloyu takirdatip dururken:

Hallederiz bey amca, dedi. Herhalde torun kayboldu degil mi?

Yasli adam, dudaklari titrerken:

Annemi on yildan beri görmedim, dedi. Babami da belki en az yirmi yil...

Polis, yazmayi birakip adama döndü. Bu is elbette ki normal degildi. Ihtiyarin, susuzluktan çatlamis bir topragi andiran ve bembeyaz sakallarla çevrelenen yüzü, en az seksen yasinda olduguna delildi. Bu yüzden de elbette ki bunamis, anne ve babasinin öldügünü unutmustu.

Yasli adam, yanindaki pencereden bakarken, parkin orta yerindeki ihlamuru gösterip:

En vefali dostum bu agaç, dedi. Ayni yasta olmaliyiz herhalde. Ne zaman disari çiksam gölgesinde dinlendim, kokusunu doya doya çektim içime. Ama o da benim gibi kuruyor simdi.

Peki!.. diye lâfini kesti polis. Yakinlariniz yok mu? Dostunuz, akrabaniz?

Yakinlarim, simdi çok uzaklarda, dedi adam. Dayim, amcam, teyzem, halam kim varsa orda. Esim de öyle. Sadece iki çocugum hayatta. Onlar da bu ihtiyardan biktilar tabi.

Polis memuru, böyle tuhaf bir olaya ilk defa rastliyordu. Herhalde en çikar yol, bir ilân verir gibi görünüyor olmakti. Zaten bu ihtiyarcik, karakoldan çikar çikmaz her seyi unuturdu. Masadan bir kâgit kalem alarak:

Peki dedecim, dedi. Sen ne istiyorsan öyle yapalim. ?Annem ve babam kayboldu? yaziyoruz degil mi?

Yasli adam, küçük bir çocuk gibi hiçkirirken:

Yok be evlâdim!.. dedi. Kaybolan benim. Annem ve babam bu ilâni görürlerse, belki beni alirlar yanlarina.

küçük Kız ve Elbise

Küçük kız gözlerinde yaşlarla yoldan geçen yaşlı bir bayana sordu :
"Elbisemi beğendiniz mi..."
Yaşlı bayan kendisine seslenen küçük kıza gülümseyerek baktı.
"Evet çok güzel bir elbisen var yavrum" dedi.
Kız hemen arkasından heyecanla ekledi.."Annem bunu benim için dikti" Yaşlı bayan sormak istedi "Ama söylermisin neden ağlıyorsun?" Küçük kız sesi titreyerek yanıtladı: "Çünkü ... Bu elbiseyi bitirdikten sonra annem gitmek zorunda kaldı" Bayan, küçük kızı avutmak istedi. "Anlıyorum yavrum" dedi. "Fakat üzülme ... Eminim annen, senin gibi küçük ve sevimli bir kızı uzun süre bekletmeyecek, hemen dönecektir."

Küçük kız başını iki yana salladı. "Hayır teyzecim anlamıyorsunuz" dedi. "Babam annemin bir daha gelmeyeceğini söylüyor. O şimdi cennette büyükannemle dedemin yanındaymış." Yaşlı bayan kızın ağlama nedenini anlayınca eğildi. Kolunu onun omzuna doladı ve "giden anne" için o da ağlamaya başladı.

Sonra küçük kız, yaşlı bayanı şaşırtan bir davranışla ağlamasını birden kesti, sonra iki adım geri çekildi ve yavaş bir sesle şarkı söylemeye başladı. O denli yavaş sesle söylüyordu ki, neredeyse fısıldıyor gibiydi.. Şarkı yavru bir kuşun şarkısıydı ve küçük kızın sesi yaşlı bayanın belki de o güne değin duyduğu en güzel sesti...

Şarkısı bittikten sonra yaşlı bayana küçük bir açıklama yaptı: "Bu şarkıyı bana annem gitmeden önce öğretmişti ve kendisi de sık sık söylerdi" dedi. "Benden kendisine söz vermemi, ağladığım zaman hemen bu şarkıyı söylememi istemişti. Çünkü ne zaman ağlarsam , bu şarkıyı söylediğimde gözyaşlarımın hemen dinecikmiş...."

Küçük kız bunları söyledikten sonra birden heyecanla gözlerini gösterdi: "Bak, gözyaşlarım hemen kurudu bile!.........."

Bir süre sonra yaşlı bayanın gitmek üzere kalktığı anda küçük kız neredeyse yalvarırcasına eteklerinden tuttu onu. "Teyzeciğim bir dakika daha kalır mısınız lütfen?" dedi. "Size birşey göstermek istiyorum"

Sonra parmağının ucuyla, giyside bir noktayı gösterdi usulca: "Bakkk annem tam burayı öpmüştü" dedi. Sonra başka bir noktayı gösterdi : "İşte burada da bir öpücüğü var, sonra burada ve burada da... Burasını da öpmüştü.. Buralar hep öpücük öpücük öpücük dolu... Bu giysinin her yeri , annemin öpücükleri ile dopdolu. Beni ağlatacak her neden için annem bu giysimin bir yerine öpücük koydu...."

Yaşlı bayan o anda yalnızca bir elbiseye bakmadığını anladı. Dönmemek üzere gideceğini bilen ve annesiz kızın karşılaşacağı acıları hafifletmek isteyen, onun yanında olmayacağını, ona öpücük veremeyeceğini düşünen bir annenin eserini görüyordu karşısında... Anne küçük kızına duyduğu tüm sevgisini, şimdi onu giymekten gurur duyduğu işte bu elbiseye işlemişti.
......

"Elbisemi beğendiniz mi?........" Yaşlı bayanın aklına o an , küçük kızın sorduğu bu ilk soru geldi. Ve sorunun yanıtını, içinden kendi kendine verdi. O güne değin böylesine gösterişsiz ama böylesine anne sevsisiyle donanmış ve bu kadar çok sevdiği bir elbise daha görmemişti..........

 
  Bugün 14 ziyaretçi (19 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol